top of page

 

  Hiç unutmuyorum... Henüz ilkokula yeni başlamış, okuma-yazmayı bile yeni sökmüştüm. Babam İstiklâl Marşının ilk iki kıtasını ezberletmiş ve bir gece misafirliğe gittiğimiz halamların evinde beni köşede duran cevizden yapılma çeyiz sandığının üstüne çıkartarak İstiklâl Marşını okumamı istemişti. Ev kalabalık. On-onbeş kişi var. Küçük de olsa bir topluluk karşısında sayılırım. Tabii çok heyecanlandım. Kem-küt ettim. Yanlış okudum. Kızmadı babam. “Bir daha” dedi. Yine hatalı. “Hadi bakalım, bir daha” dedi. Şu anda dahi gözlerimin önünde... Kaç defa baştan almak zorunda kaldığımı hatırlamıyorum ama, sonunda başarmış, herkesten alkış almıştım.
Şimdi düşünüyorum da demek ki topluluk karşısında konuşurken duyulan o melûn heyecanı ilk yenilgiye uğrattığım gündü o gün. Lise yıllarımdaki okullararası münazaraların yapıldığı büyük salonlarda gösterdiğim hitap performansımı öncelikle o geceye, yani babama borçluydum.
* * *
Mektup, “Sevgili Salim” diye başlıyordu. Neden “Sevgili oğlum” değil de; “Sevgili Salim”?.. 
 Onu da daha dünmüş gibi hatırlıyorum... Bozulup, kırılmıştım. Mektubu okuyup bitirince dakikalarca düşündüm. Öyle ya; neden “oğlum” dememişti de adımla hitap etmişti bana?..
 Babanın oğluna hitabı öyle mi olmamalıydı? Yoksa aramızdaki resmiyeti biraz daha mı artırmaktı muradı?
Bozulup kırılmakla kalmamış, içime hüzün de çökmüş, kendimi yalnız hissetmiştim.
Oturdum, hemen cevabî bir mektup yazdım ve mektubuna neden öyle başladığını sordum.
Gelen cevapta diyordu ki : “Oğlum, ben sana kendini bir şahsiyet olarak hissettirmek istedim.”
Mesele anlaşılmıştı ve rahatlamıştım ama, yine de “oğlum” diye yazmasını tercih etmiştim.
Ben o yıl İzmir(Bornova) Maarif Koleji’nin son sınıfındaydım. Konya Maarif Koleji’nde edebiyat şubesi olmadığı için kaydımı almış, İzmir’e gitmiştim. Daha ilk günlerimdi ki... Babamdan o mektup gelmişti.
Oysa ben sadece iyi bir eğitim görmekle yetinmeyen, sürekli kitap okuyan, yazan, gönderdiği her yazısı sadece yerel gazetelerde değil; birçok İstanbul dergilerinin yanısıra Cumhuriyet’te de yayınlanan biriydim. Yani yaş olarak da, baş olarak da epeyce erginleşmiştim.
* * *
Bu kadar mı?.. Sık sık ortaya bir konu atarak benimle münazara yapmak (tartışmak) istemesi de çok önemliydi. Beni, hem de daha orta üçten itibaren o denli özgür düşünceli yetiştirdi ki zaman geldi “Bu kadar muhalefet etmenin sebebi seninle yaptığımız münazaralar oldu” bile demek zorunda bıraktım onu ama, 1976’da yayınlanan Açıklama Hürriyetinden Önce Düşünme hürriyeti alt başlıklı BEYNİN HÜRRİYETİ adlı kitabımdaki temel fikri babamın beni öyle yetiştirmesine borçlu olduğumdan kendisine ithaf etmiştim.
Şimdi daha iyi anlıyorum ki çocuk; onun gözünde de sadece sevilecek biri değil; yanısıra muhatap da alınan, fikir ve görüşlerine de önem verilen, bebek yerine konmayan da biriydi.
Babam orta ikiden terkti ve nihayet bir kasaba çocuğuydu ama, yıllar geçtikçe anlayacaktım ki eğitim felsefesi çağının, hatta bugünün dahi çok ötesindeydi.
Bugün geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki çocukla çocuk, gençle genç oluşu sebepsiz değildi. Daha 25 yaşındayken başlayıp Konya’ya taşınıncaya dek sürdürdüğü altı yıllık belediye başkanlığı yıllarında neden herkesin çocuğunu okutturmak için o kadar çırpınıp durduğunu her geçen gün daha iyi anlıyorum.
* * *
Orta Toroslar’ın doruklardaki yamaçlarına yaslanmış, sırtını yasladığı doğa parçasının zorluğuyla insanı ürküten yapıda bir kasaba... Göksu nehrine kavuşan derelerden biri oradan geçer. Adı Taşkent. (Eski adı Pîrlerkondu) Konya merkeze 135, Alanya’ya 90 kilometre. Anamur Yörüklerinin çıktığı yaylalara ise sadece 40 kilometre. 
Hani neredeyse bir zamanların kuş uçmaz, kervan geçmez kasabasından (ki biz ona hep “köyümüz” deriz. Değil ilçe yapılmış olması; il, hatta başkent bile yapsalar “köyümüz”) ta 1950’li yıllarda bir adam çıkıyor ve bu adam kitap okumadan uykuya dalmayan, en sevmediği şey yalan söylemek olan, köyünün çocuklarının okuyup adam olmaları için pek çok maddî-manevî özveride bulunduğu yetmezmiş gibi, hem biraz dayatarak, hem de kraldan fazla kralcılık yaparcasına onların ailelerine baskı yapan, beş çocuğundan bir tekine dahi tek tokat atmayacak ölçüde dayağın eğitimdeki yanlışlığını bilen biri...
O benim babamdı. Ve o bana göre Atatürk Cumhuriyetinin yetiştirdiği “iyi insan, iyi yurttaş” örneklerinden biriydi. Rahmet ve minnetle anıyorum.
Bunların farkındaydım ama, -nedense ancak hayattan ayrılışından sonra elime geçen- bir hatıra defteri, başka bir inanılmaz gerçeği daha koyuverdi önüme.. Askerlikte tuttuğu bir hatıra defteriydi bu, asker arkadaşlarının yazdığı... Bir belge yani. Atatürk kuşağının eğitim düzeyini ortaya koyan bir belge. Kimilerinin suratına çarpılacak, eğer varsa, utanma duygularını dahi uyandıracak bir belge. Mehmetçikler (hatta “Memolar” demek daha doğru) öyle yazmışlar ki bugünkü üniversite öğrencilerinden bile beklenmeyen düzeyde ifadelerle dolu... Yıl ise taa 1946, 47. 
Özetle -yazıların güzelliği bir yana- eğitim seviyemizin, dolayısıyla insan kalitemizin nereden nereye gelip tosladığını belgeleyen bir hatıra defteri... Atatürk’ün büyüklüğünün bir başka belgeler manzumesi de ayrıca. 
Okuyunca inanamayacaksınız.. Abartmıyorum; ben okuduklarıma hâlâ inanamıyor ve şaşkınlığımı üzerimden atamıyorum. İnanmıyorsanız, Halep oradaysa, arşın burada. Öyleyse buyrun :
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

18. VI. 1946 / Selimiye

Mukaddes vazifenin ifası için toplandığımız şu çatı altında 20 aydır beraber çalıştığımız muhterem büyüklerimi ve sevgili arkadaşlarımı istikbalde kolayca hatırlayabilmek için; şu kıymetsiz defteri onların hatıralarıyla kıymetlendirerek, hayatımın sonuna kadar en mukaddes hatıra olarak saklayacağım... Onların bu arzumu yerine getireceklerinden emin olarak hepsine içten gelen sevgilerimi sunarım.

Latif Koçak

 

 

 

1 Kasım 1946

Hakikatli Kardeşim Lâtif

İki sene gibi uzun bir zamandan beri sizinle arkadaşlık yaptık. Bu uzun müddet zarfında zannedersem birbirimizi hiç kırmadık. Ne mutlu bize değil mi?

Kardeşim işte bugünden itibaren birbirimizden ayrılmış bulunuyoruz. Ayrıldıktan sonra da beni hatırlarsanız çok mütehassis olurum.

Hayatta muvaffakiyetler dilerken gözlerinizden öperim. Sizi seven kardeşiniz Mustafa Özbey-Paşabahçe/Boğaziçi

 

 

 

1.12. 1946

Candan Sevgili Arkadaşım Latif,

Bu sayfaya yazacağım iki satırlık bir yazıdır. İşte kardeşim bu ocakta günlerce şen ve

tatlı günler geçirdik. Nihayet tek bir emelimize kavuştuk. İnşallah bu emele siz de pek yakında kavuşursunuz. Bir gün gelir bu defterin sayfalarını açtığın vakit şu iki satırlık yazıya gözün iliştiği vakit, o vakit derin mazide beraberce geçirdiğimiz ocak arkadaşıdır. Arkadaşın Seyfi Canseverler

 

 

 

2 Kasım 1946/Selimiye

Can Arkadaşım Foto Koçak

Bir gün mazinin hülyalarile başbaşa kaldığında ben arkadaşını da hatırlayabilirsen,

hemen şu satırları okuyarak geçirdiğimiz ve acılarını, şen günlerini ortak olduğumuz ocağın çilelerini de an.

 Aylarca peşinde koştuğumuz emele nihayet kavuştuk.

 Darısı başınıza...

 Bir imza iki satır, beni sana hatırlatır. Arkadaşın... (Hal Karşısında Nalbant / Nazilli)

 

 

 

7 / 7 / 1946

Kardeşim Koçak

Şu saf ve temiz yaprak üzerinde karaladığım şu satırlara istikbalde göz attığın zaman beni de biraz olsun anarsan ne mutlu bana!.. Geçirmiş olduğumuz iyi veya fena günlerin açısından ilham alarak hayatta muvaffakiyetler diler, sevgilerimi sunarım... Kemal Karaca - Tüccar / Kırşehir

 

 

 

7 / 7 1946

  Kardeşim Latif,

 Uzun askerlik arkadaşlığımızın bir hatırası olmak üzere şu kıymetsiz yazımla satırları yazıyorum.

 O arkadaşlık ki iyi ve kötü günlerde birbirimize olan yakınlığı gösterdi. Bu fırsatı bana verdiğin için bahtiyarım. Hayatta muvaffakiyetler diler, saygılarımı sunarım.

 

 

 

7 / 7 1946

 Aziz Kardeşim Latif, lütfen okuyunuz!

 Bundan önce çocukluk ............. (okunamadı) olabilmemizden bu günler hiç hatırımıza gelmezdi. Şimdi şu (20) ay içinde bütün gün başbaşa kalıp birbirimizin acı ve dertlerini ve bütün meşakkatlerimizi döküp dertlerimizi unutturacak tesellilerde bulunduk. Bunlar ebedi hatırdan çıkmayıp, bu günleri unutmamak için bu birkaç kelimeyi sizin bu defterinize hatıra olmak için yazıyorum. Bunu okudukça bu günleri hatırla. ........ (okunamadı)

Taşkentli M. Güner

 

 

 

Kardeşim Latif’e

 Vatani hizmeti yapan bizler 20 aydır birbirimizin dert ve acılarını dinleyip yaralarımıza merhem olduk, bu kardeşlik ve arkadaşlık sevgisiyle candan kalplerimizin ebediyen çarpacağından eminim. Bu geçen ve geçecek günleri atide unutmaman için şu çirkin yazım ve soluk hayalim beni hatırlatırsa ne mutlu bana. I. Bl.’ten Mehmet ağ(abey) / Hadim

 

 

 

Kardeşim Lâtif’e,

 Lâyık olmadığım bir teveccühle bana ayırmış olduğunuz şu kıymetli sayfanızı acizane karalıyorum. Hayatta bu çirkin yazılarımı okuyarak beni anarsanız ne mutlu bana.

28 Haziran 946

  III. Tb. Kh. erlerinden Ispartalı Selahattin Gülata

 

 

 

Lâtif Arkadaşıma,

 Türklüğün, Müslümanlığın ve erkekliğin geçit yeri olan şu ocaktaki bizce çok uzun; fakat hayatın meşakkatli geçecek yıllarına nazaran kısacık olan arkadaşlığımızı şu sahifeye karaladığım sekiz satır yazımla beni hatırlayabilir misin? Bilmem! 28 / 6 946

 III. Tb. Kh.

 Giresunlu Hüseyin Işık

 

 

 

28 Nisan 947

 Sevgili Kardeşim,

 Şu anda hafızam o kadar karışık ki size şu satırlarda ne gibi bir hatıra bırakabileceğimi kestiremiyorum. Aynı idealin verdiği bir hisle bu çatı altına geldik ve arkadaşlığımız teessüs etti.

 Bazı günlerin verdiği ezici yorgunlukları ve neşeleri beraberce paylaşarak arkadaşlığımız tekâmül etti. Terhis olupta ayrıldığımız zaman bu arkadaşlığın devam etmesi gayrıkabildir (olanaksızdır). Gördüğüm birçok tecrübelerle bunu size katiyetle söyleyebilirim. İşte bu ayrı anlarda şu satırların arasında benim şahsiyetimi kısmen görüp hatırlayabilirsen işte o zaman bir arkadaş daha kazanmış olursunuz. Muvaffakiyetler temenni eder gözlerinden öperim. Kâzım Yelkenkaya (Taka) Unkapanı / İstanbul

bottom of page